24.07.2012
BASINA VE KAMUOYUNA
Her yıl ülkemizde 24 Temmuz günü Basında Sansürün Kaldırılışı ve Basın Bayramı olarak kutlanmaktadır. Bu yıl da 104.’sü kutlanacak olan bu günün içeriğine uygun olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Çünkü ülkemizde ne sansürün yokluğundan ne de basında bir bayram havasından söz edilebilir. Kağıt üzerinde yüzyılı aşan bir yasal düzenlemeye sahip olmamıza rağmen ülkemizde basında sansürün işleyişi çeşitli odaklarca ve çeşitli sebeplerle doğal hale getirilerek oto-sansür olarak kanıksanmıştır. Çünkü ülkemizde bazen kaba saba, bazen de inceltilmiş bir biçimde olsa da, zaman zaman azalıp zaman zaman çoğalsa da basında sansür, gelenekselleşmiş bir devlet politikası olarak hep uygulandı.
Uzun bir süredir Türkiye’deki her iktidar basını kendi tekeline alarak biçimlendirmektedir. Bunun sonucunda basın toplumsal ihtiyaçlar üzerinden değil iktidarın propaganda ihtiyacına göre şekil almaktadır. Bu uygulama ne yazık ki medyanın önemli bir bölümü için normal bir durum gibi algılanmakta, sonuçta da bu alanda ciddi bir deformasyon, bir çürüme gerçekleşmektedir. Sansürcüler, tam bir ikiyüzlülükle sansürün kaldırıldığı yalanını hep pompaladı. Sansürcü uygulamalar hem yasal zeminde hem de yasadışı olarak fiilen süregeldi.
AKP Hükümeti bütün alanları kendi çıkarları doğrultusunda dizayn ederken aynı zamanda insanların gözü ve kulağı olması gereken basın alanını da kontrolü altına almaya çalışmakta ve basını toplumu manipüle etme aracı olarak ustaca kullanmaktadır. AKP Hükümeti on yıllık iktidarı döneminde kontrol ettiği mali imkanları da kullanarak kendi basın tekellerini yaratmıştır. Hükümet basında sansür uygulamalarını alışkanlık haline getirmiş ve tüm hegemonyasına karşın basını özgürleştirdiği yalanını yineleyip durmuştur.
Başbakan her fırsatta muhalif basına ve yazarlara ağzı alınmacak şekilde küfür ve hakaretlerde bulunmakta çekinmemektedir. Bu alışkanlık aslında AKP dönemiyle sınırlı olan bir uygulama değildir. Ülkemizde geçmişten günümüze tüm hükümetlerin geleneksel basın politikası ne yazık ki hep bu yönde olmuştur.
2. Meşrutiyetin ilanından sonra 1909 yılında Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi, devlet güçleri tarafından Galata köprüsünde kurşunlanarak öldürüldü. Krikor Zohrab ve Hrant Dink, Sabahattin Ali ve Uğur Mumcu, Musa Anter ve Nazım Babaoğlu’nun da aralarında bulunduğu 115 gazeteci ve yazar ya gözaltında kaybetme saldırısıyla ya da aslında failleri belli “faili meçhul” cinayetlerle öldürüldü. Bu veriler, basında sansürün kaldırıldığı iddialarının bir palavradan ibaret olduğunu gösteriyor. Yasal uygulamalara gelince; Anayasa, Terörle Mücadele Yasası, Türk Ceza Kanunu’ndaki çeşitli maddeler yürürlükte olduğu sürece basında sansürün kaldırılmış olduğundan zaten söz edemeyiz. Binlerce gazeteci, sanatçı, aydın, insan hakları savunucusu düşünceleri nedeniyle yargı kıskacında bulunuyor. Ve en önemlisi AKP hükümeti Anayasa değişikliği kapsamında basında sansürü Anayasa maddesi haline getirmek istiyor.
AKP iktidarı döneminde terörle mücadele yasası ile terör bahane edilerek basın ve yayın yaşamına ağır cezalar getirildi. Elif Şafak, Hrant dİnk, Perihan Mağden, İlhan Selçuk, Murat Yetkin, İsmet Berkan, Musa Ağacık, Erbil Tuşalp son dönemde yazdıkları yazılar nedeniyle haklarında dava açılan isimlerden sadece bazılarıdır.
AKP döneminde TRT kadroları alt üst edildi; yoğun bir şekilde görevden alma, sürgüne gönderme, iktidara yakın olanların üst görevlere terfi edilmesi yarışı yaşandı. Bu anlayış yayınların niteliğinde de kendini gösterdi. Bütün televizyon yayınları, yarışma programları dahi dini içerikli ve hükümet propagandası yapan yayınlara dönüştü. Özetle AKP döneminde düşünce ve basın özgürlüğü yok edilmiştir. Hala başbakanın talimat gibi konuşmalarını emir kabul eden medya tekelleri birçok popüler gazeteci, yazar, haber spikerini bir anda kapı önüne koyabilmektedir. Bunun bazı örnekleri Can Dündar, Oray Eğin, Nuray Mert, Abbas Güçlü, Çiğdem Anad, Mirgün Cabas, Banu Güven’in ekranlardan uzaklaştırılması oldu. Banu Güven’in ekrandan uzaklaştırılma nedeninin Leyla Zana’yı programına konuk almak istemesi, kanal yönetiminin de Zana’nın programa katılmasına izin vermemesi olduğunu biliyoruz. Halbuki aynı Başbakan bırakın televizyon programını Leyla Zana ile resmi olarak görüşebilmektedir. Yani ülkemizde bütün alanlarda olduğu gibi basın alanında da AKP’ye ve hükümetine her şey serbest, muhalif olan bütün kesimlere ise her şey yasaktır.
Basın üzerinde anti-demokratik uygulamalar sadece ulusal basınla sınırlı olmayıp ülkenin dört bir köşesinde çok ağır şartlarda çalışan yerel basını ve emekçilerini de tehdit etmektedir. Kentimizde 16 günlük gazete, 4 televizyon ve birçok radyo kanalı bulunmaktadır. Mersin’deki basın iş kolunda çalışma şartları basın emekçilerini vahşi kapitalizm çarkında adeta boğmaktadır. Ücretler çalışma saatlerine ve yapılan işe göre belirlenmemekte, sigortasız, yemek ve ulaşım giderleri karşılanmaksızın çalıştırılmakta, emekçiler basın kartına dahi sahip olamamaktadırlar. İletişim lisesi ve iletişim fakülteleri mezunlarına zorunlu staj adı altında ağır bir sömürü uygulanmaktadır. İşverenler basın emekçilerini çoğu kez gerekçe bile göstermeden tazminatsız işten çıkarmaktadır. Yıllık izin kullanmadan günde 10 saatten fazla çalışmak zorunda bırakılan basın emekçileri diplomalı iş arkadaşlarıyla haksız rekabete sokulmaktadır. Resmi ilan alan yerel gazetelerin 7 kişilik asgari kadroda iletişim fakültesi mezunu ya da en az 1 yıl kıdemli gazeteci bulundurması zorunludur. Ancak birçok gazete, 7 kişilik kadroyu sadece kağıt üzerinde doldurmakta, gazeteci adayı iletişim fakültesi mezunlarının diplomaları usulen kullanılmakta ve kağıt üzerinde işçi olarak gösterilmektedir, böylece onlarca gazeteci adayı çalışma hayatının dışına itilmektedir. Her yıl iletişim fakültelerinden yüzlerce gazeteci mezun olmakta ancak bunlardan çok azı kendi alanında çok düşük ücretle iş bulabilmektedir.
Sonuç olarak bir ülkede hala faili meçhul cinayetlere kurban giden gazeteciler bulunuyorsa; onlarca gazeteciye yaptıkları haber ve yazılarından dolayı davalar açılıyorsa ve 96 gazeteci gazetecilik faaliyetlerinden ötürü cezaevinde bulunuyorsa burada sansürün kaldırılmış olduğundan ve basın özgürlüğünden söz edilemez. Evrensel gazetecilik ilkelerinin hiçe sayıldığı, yandaş gazeteciliğin hüküm sürdüğü bir ülkede bu görevde ilkeli duruş sergileyen bir avuç gazeteci de asılsız suçlamalarla ya hapse atılmakta ya da çeşitli baskılar uygulanarak görevlerini yapamaz duruma getirilmektedir.
Demokrasi ile sansür arasında doğrudan bir bağın bulunduğunu da belirtmek gerekir. Eğer demokrasi yoksa basın özgürlüğü de yoktur. Basında sansürün kaldırılmasının, basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü alanında iyileşmenin olması için öncelikli olarak Terörle Mücadele Yasası (TMY) iptal edilmelidir. Basında sansür koşullarını daha da ağırlaştıran, son 3. Yargı paketiyle Terörle Mücadele Yasasına bağlanan ve özel yetkilerle donatılmış olan Ağır Ceza Mahkemeleri kaldırılmalıdır.
Biz KESK olarak özgür bir basının siyasal ve toplumsal hayattaki rolünün önemli olduğuna inanıyoruz. Baskılarla, cezalarla, hakimiyet politikalarıyla yürütülen güdümlü gazetecilik faaliyetleri toplumsal bilinci kirletir ve tek tipleştirir. Ülkenin sosyal, siyasal ve kültürel gelişimine katkı sunabilmesi için basının gerçek anlamda özgür ve tarafsız olması basın emekçilerinin ekonomik ve sosyal güvenceye kavuşturulmasını istiyoruz.
KESK MERSİN ŞUBELER PLATFORMU ADINA
İMAM ÖZDEMİR
KÜLTÜR SANAT-SEN ŞUBE BAŞKANI